İkinci dünya savaşını görmüş, yokluklar içerisinde büyümüş, dünya tarihinin en kötü günlerini yaşamış bir insanla sohbet etmiş olmak her insanda olabileceği gibi bende de bazı değişimlere sebep oldu. Hatırladığım kadarıyla on beş yıl kadar önce Kemer’e taşınmıştı.
Emekli Alman hemşire Josephina’nın çok ilginç bir hayat hikayesi vardı. Seksenli yaşlarında Türkiye’ye yerleşmeye karar vermiş, artık hayatının son dönemini kendisiyle baş başa geçirip, sokak hayvanlarına yardım etmeye adamıştı. Haftada ortalama bir kere kliniğime uğrar hasta kedi getirir ve aynı zamanda da sokak kedileri için alışveriş yapardı.
Uzun uzun sohbet ederdik. Görmüş, geçirmiş, oldukça kültürlü bir insandı… Bir gün kardeşim bana; ‘Abi sen normalde müşterilerle pek uzun uzun sohbet etmesin bu teyze her geldiğinde bu kadar uzun ne konuşuyorsunuz? Allah aşkına.’ Diye sorduğunda; ‘Burak sen ona baktığında ne görüyorsun?’ diye cevap verdim. Sessiz kaldı.
Benim gördüğüm şu dedim: ‘1940lı yılların ortalarında bombalarla harap olmuş bir BERLİN düşün, binalar yıkılmış sokaklar toz bulutu, her tarafta moloz yığınları, etrafta ölü insanlar ve tüm bunların içinde yüzünü hayretle ellerinin içinde tutarak sokağın ortasında durmuş, ileriye doğru bakan, sarı saçlı, mavi gözlü genç bir hemşire. Hangi tarafa koşacağını bilmiyor, ilk kime yardım edeceği hakkında en ufak bir fikri yok. Panik içerisinde, ölüm korkusu, belki de günlerdir süregelen açlık. İşte benim Josefina’ya baktığımda gördüklerim bunlardı.
Erdem ve vicdanı doğurup, ahlak ile yoğuran şey, bu acı dolu günleri yaşamış olmak mıdır diye her zaman düşünmüşümdür.
Bu tür insanlar kapıdan girdiklerinde her bir saniyeyi onlarla geçirip mümkün olduğunca çok anı dinlemek bana ayrı bir mutluluk verir.
Onun hikayesine geri dönersek eğer; Gençliği yokluklar içinde geçmiş fakat hemşire olmayı başarmış. Uzun ve yorucu iş hayatının bir bölümünde rahatsızlanmış. Amansız bir hastalığa yakalanmış. Bölümün şefi olan doktor, yaptığı tetkiklerde böbrek kanseri olduğunu ve en fazla birkaç yıl ömrü kaldığını söyleyince; o dönemin şartlarında mesleğini askıya alıp Tibet’e gitmeye karar vermiş . Yıllarca Tibet’te yaşamış o bölgenin kültürü almış. Geçirdiği bu uzun yıllar onda dinini de değiştirtip Budizme geçmesine sebep olmuş.
Yıllar sonra kendini iyi hissetmeye başlayınca Almanya’ya geri dönmüş. Bana hastaneye girip eski şefi ile ilk karşılaştığı o anı şöyle anlatmıştı. Kapıyı çaldım eski şefim olan doktor bana içeri girin dedi. Yavaşça kapıyı aralayıp içeri girdim. Bana doğru döndü ve şöyle dedi: Aman Tanrım! Josephina sen hala ölmedin mi? Dakikalarca bu hikayeye gülüşmüştük…
Bana baktı ve ‘Görüyor musun?’ dedi. ‘Ben hala ölmedim, Kemer’e yerleştim ve şu an 92 yaşındayım.’
Tibet’te geçirdiği yıllar bir şekilde onu sağlığına kavuşturmuştu. Sonuç olarak işine ve yurduna kavuşmuştu.
Evlenmiş çocukları olmuştu. Yıllarca icra ettiği mesleğiden ilerleyen yaşlarında emekli olmuş ve bir bölümünü Almanya’da geçirdikten sonra, hayatının son kısmını yaşamak üzere kendine Türkiye’yi seçmişti.
Belirli dönemlerde oğlu arayıp ona şöyle söylermiş ‘Artık Almanya’ya dönme vaktin geldi çok yaşlandın, Türkiye sana göre değil.’ ‘Ne yapayım geri dönüp?’ ‘Zaten çok uzun yıllar yaşayacağımı zannetmiyorum hayatımın geri kalan kısmında Almanya’da kimseye faydam olmayacak.
Hiç olmazsa bu zavallı kediler için Türkiye’de kalayım. Hem bir işe yaradığımı düşündüğümde kendimi daha mutlu hissediyorum.’ diyordu bana.. Göynükte geçirdiği birkaç yıldan sonra Kuzdere’de bir köy evine taşınmaya karar verdi. Burasının kedileri için daha uygun olduğunu, bahçenin de çok daha geniş olduğunu söyledi. Kediler orada daha rahat edecekti. Fakat taşındıktan çok kısa bir süre sonra ev sahibi kedilerin etrafta başıboş gezinmesinden rahatsız olduğu için oturduğu evin çevresini teller ile çevirmişti.
Josefina eve giriş çıkışını küçük bir yokuştan sağlamak zorunda kalmıştı. Bir gün komşuları telefonla beni aradı Acilen oraya gidip gidemeyeceğimi sordular. Çabucak gittim. Ne oldu? diye sordum. Evin önündeki yokuştan çıkarken düşmüş ve kalçasını kırmıştı acı ve ızdırap içerisindeydi. Hemen o dönem Kemer’de yaşayan Dr. Batur abiyi aradım olayı anlattım derhal ambulans göndereceklerini ve tedaviye başlayacaklarını söylediler.
Uzun yıllar sağlık sektöründe çalıştığı için tüm masrafları karşılayabilecek çok iyi bir sigortası vardı. “Bir dakika, bir dakika Olgun” diyerek bana telefonu kapattırdı . “Lütfen onlara sor benim tahmini tedavi maliyetim ne kadar?” “Sonra da düşünmem için bana fırsat ver” dedi.
Telefonu tekrar açtım önce özel hastaneden sonrada devlet hastanesinden tahmini maliyetleri öğrendik ve kendisine ilettim. Gerek devlet hastanesinde gerekse özel hastanede yapılacak tedaviler için aslında cebinden hiçbir ücret ödemeyecekti fakat kendisi düşünmek için benden zaman istedi. Sabah erkenden tekrar yanına gittim amacım onu alıp bir an önce hastaneye götürmekti. Özel hastanede tedaviyi kesinlikle reddediyordu.
Devlet hastanesine gittik. Röntgenler çekildi, kırıkları tespit edildi, daha sonra ağrı kesicilerini aldı. Bir kaç gün sonra tekrar beni yanına çağırdı ve şunları söyledi: Uzun zamandır düşünüyorum şöyle bir karara vardım. 100 yaşına yaklaştım yaşlı bir kadınım, ben yeterince yaşadım.
Bence o sağlık sisteminde biriken param 100 yaşındaki bir kadının kalçasının tedavisi için değil 4-5 yaşında kansere yakalanmış bir çocuk için harcanmalı. Benim önümde uzun bir zaman yok fakat onların yaşayabilecekleri bir yüz yılları daha var. Olaya yaklaşım tarzına çok şaşırmıştım.
Tüm hayatım boyunca bir insanın bizde SGK’nın dengi olan sağlık sisteminde biriken parayı nereye harcandığını, yaşlı bir insanın kırılan kalçasının tedavisi için harcanmasının doğru olup olmayacağını, sorgulaması ile ilk defa karşı karşıya kalıyordum.
Kendi kararı ile ufak tefek doktor kontrollerine ve ağrı kesicilerine devam etti. Bana da sert bir şekilde artık bu konuda lütfen benim kararlarımı sorgulama dedi . Konu her açıldığında sadece gülümserdi, cevap bile vermezdi. Bir gün bir baktım kliniğin önünde tekerlekli sandalyesi ile yaşlı Josefina tam karşımda duruyor. ‘Josefina ne işin var burada?’ diye sordum. ‘Kedi maması almaya geldim dedi.’ Klinik yoğundur diye düşündüm.
Sizi meşgul etmek istemedim. Elinde de küçük bir hediye paketi vardı. Bana doğru uzatarak; ‘Pazarda bir elbiseyi çok beğendim bunu eşine verir misin?’ dedi. Artık bu yaşam tarzına alışmıştık. Ona ve tekerlekli sandalyesi ile bizleri şaşırtmaya devam eden klinik ziyaretlerine.
Bir sabah telefonda ölüm haberini aldım. Öylece kalakaldım. Çok üzülmüştüm.
Ne yapacağımı bilemedim. Kendisini Müslümanlar ile Gayrimüslimlerin koyun koyuna yattığı Kemer Mezarlığı’na defnettik.
Onunla uzun yıllar çok güzel anılar biriktirdim. Tabii ki ondan çok şey öğrendim. Öncelikli olan ahlak bilincini ve ahlak değerlerini topluma yerleştirmektir.
Biz harcadığımız her kuruşu başkalarının hakkından harcayıp harcamadığımızı, kazandığımız her kuruşu hak edip etmediğimizi sorgulayacağımız gün aslında vicdanen de özgürleşeceğimiz gündür.
Hayatın özü ne kadar para biriktirdiğinde değil, Ne kadar ahlak biriktirdiğindedir.